Davanın sonuna yaklaştığımız
günlerde tutsaklar son sözlerine başladılar. İhsan Cibelik önceki duruşmalarda
başlattığı savunmasını bu duruşmada tamamladı. Yine tutsaklık koşullarına,
devrimcilik nedenlerine ve 1988'de başlayan devrimci hayatına değindi. Yaşadığı
tutsaklıkları, ülkede çıkarıldığı mahkemelere değindi ve 2008 yılından beri
yaşadığı Avrupa'da yaşadığı süreci ve yürüttüğü faaliyetleri anlattı.
İddia makamının çelişkili
iddialarını çürüten İhsan Cibelik, son olarak tutuklama anına değindi. 'Beni
kapımın önünde kelepçeleyen sivil polis memuru bana evinde silahlar var mı diye
sordu. Evet var dedim. Size göstereceğim. Yukarıya çıktıktan sonra polisleri
bir odaya yönlendirdim. Odada duvarda asılı olan bağlamalarım, gitarlarım,
perküsyon aletlerim, CD'lerim, albümlerim vardı. İşte silahlarım bunlar dedim.
İlginçtir bunların hiç biri binlerce sayfalık iddianamede yer bulmadı.
Halkın Sesi TV'de bütün dünyaya
açık şekilde paylaşılan konserlerimizden 25 tanesini titizlikle seçip dosyaya
almışlar. Peki diğerleri neden iddianameye alınmadı?
Mahkeme heyetine talepte
bulunuyorum; İşte o odadaki enstrümanlarıma, o odama geri dönmek istiyorum.
Sanatıma, yoldaşlarıma geri dönmek istiyorum. Ve son olarak diyorum ki
DEVRİMCİLİK YAPMAK SUÇ DEĞİL GÖREVDİR!'
İhsan Cibelik'in savunması kitle
tarafından alkışlandı ve ardından duruşmaya ara verildi. Arada Özgül Emre
savunması için son hazırlıklarını yaptı. Aradan sonra savunmasına şu sözlerle
başladı;
'Öncelikle direnen dünya
halklarını selamlayarak başlamak istiyorum. Selam olsun dünyanın dört bir
yanında emperyalizme, faşizme ve açlığa direnen dünya halklarına. Bütün dünya
halkları din, dil, renk, ırk farketmeksizin kardeştir. Burada bizi destekleyen
avukatlarımıza ve tercümanlarımıza teşekkür etmek istiyorum. Onların bu davada
büyük emekleri olmuştur.
Rohrbach hapishanesinde geçen
günlerimde beni kar kış demeden yalnız bırakmayıp hapishanenin önüne gelen,
direnişime ses olmak için çoluk çocuğuyla gelen ailelerime ve çocuklarımıza
teşekkür ediyorum.
Yine kar kış demeden çadır kurup
açlıklarıyla bizim direnişime destek olan genç devrimcilere teşekkür ederim.
Bizimle dayanışma içinde oldukları
için dava açılan alman antifaşist arkadaşlara teşekkür ediyorum.
Tüm engellemelere, sorunlara,
tehditlere ve oluşabilecek tehlikelere rağmen bu salonu hiç boş bırakmayan
antifaşist alman arkadaşlarımıza ve halkımıza teşekkür ediyorum.
Güncel konulara gelelim. ABD'de
bir seçim gerçekleşti ve bu seçimde Trump kazandı. Yakında beyaz saraya
girecek. Ancak bizim için, emekçi dünya halkları için değişen hiç bir şey
olmayacak. Büyük Orta Doğu Projesi yine aynı şekilde devam edecektir. Ama Alman
emperyalizmi için çok şey değişecektir.
Diyorlar ki ABD ve Avrupa maviye
boyanıyor. Bunu derken AfD logosunun rengini kastediyorlar. Almanya'da AfD ile
birlikte ABD, Hollanda, Belçika'dan da bahsediyorlar. Yani faşizmin
uluslararası yükselişini kastediyorlar. Buna itiraz ediyorum. Bütün renkler
gibi mavi de bize, yani halka aittir. Bu bölgeler maviye değil, faşizme
boyanıyor. Bizim bu davamız nasıl ki dünyadaki politik gelişmelerin bir
parçasıysa, sonucu da bunlardan bağımsız olmayacaktır. Ama bu konuya daha sonra
tekrar geleceğim. Şimdilik savunmama devam edeceğim.'
Savunmaya bu şekilde giriş yapan
Özgül Emre daha sonra yaşadığı tecrit koşullarını anlattı. Tecrit'in kelime
anlamını, tarihsel geçmişini anlattı. Hapis cezasının burjuvaziye ait bir
cezalandırma yöntemi olduğunu, burjuva devrimlerinden önce bu tarz cezaların
olmadığı, daha çok şiddet cezaların mevcut olduğunu anlattı. Cezalandırma
yönteminin ise özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla başladığını söyledi. Tecritin
tamamıyla Alman emperyalizmin patentli bir yöntemi olduğuna vurgu yaptı. İşte
bu Alman patentli tecrit hücrelerinde geçen 10 aylık ağır izolasyon koşullarına
böyle giriş yaptı;
'2,5 yıldır tutukluyum. Bunun
özellikle ilk 10 ayı tamamen ağır tecrit koşullarının dışında fiziki ve
psikolojik özel bir işkence altında geçti. Bunu en genel hatlarıyla da olsa
tutuklandığım günden bugüne öncelikli anlatmak istiyorum.'
Önce tutuklanma koşullarını
anlattı. Türkiyeli, esmer ve dövmeli bir kişi tarafından takip edildiğini, bu
yüzden bir MİT ajanı tarafından takip edildiğini düşündüğünü, ancak daha sonra
alman polisleri tarafından gözaltına alındığını anlattı. Tutuklama hakimin
karşısına çıktığında da özellikle tek tip elbisesi olmayan bir hapishaneye
girmek istediğini, tek tip elbisesini kesinlikle giymeyeceğini söylemesine
rağmen Rohrbach hapishanesine gönderildiğini ve burada tek tip elbise
dayatmasına maruz kaldığını söyledi. Buna karşı açlık grevine başladı. İç
çamaşır dışında elbise alamadığını, bundan dolayı iç çamaşırıyla hücrede
kaldığını anlattı. Direnişe başlamasına rağmen ona ne tuz, ne şeker ne de
vitaminler verilmedi.
Sonra bir gün ansızın 'Bunker',
yani sığınak ismi verilen hücreye konuldum. Buraya normalde uyuşturucu
bağımlıları ve aşırı agresif tutuklular konulur. Onlar da ceza nedeniyle en
fazla bir kaç günlüğüne buraya getirilirler. Ben ise açlık grevim boyunca bu
hücredeydim. Bu hücreyi size şöyle tarif edeyim; Yerin yedi kat dibindesiniz.
Tuvalet dahil her şey tek bir demir parçasından üretilmiş prefabrik, duvarlarda
yemek artıkları ve ne idüğü belirsiz şeyler yapışmış, iğrençliğin ta kendisi
bir yer. Gün ışığının girmediği, ışıkların ise bezelye kadar büyük deliklerden
içeriye girmeye çalıştığı bir yer. Günün 24 saati tuvalet dahil bütün hücrenin
izlendiği bir yer. Buna karşı çıktım, temel haklarıma bir saldırı olduğunu
söyledim ve başka, kamerasız bir hücreye geçmek istedim. Bunu istememe rağmen
sadece kamerayı bantlayıp beni aynı hücrede bıraktılar. Sözde beni bu hücreye
kendi sağlığım açısından koydular. Oysa bu hücrede sağlığım ancak
kötüleşebilirdi.
Bana açlık grevinde olmama rağmen
tuz ve şekeri vermediler, yani bir açlık grevcisi için hayati önem taşıyan
şeylerden maruz bıraktılar. Şekeri bana farklı kullanabilme ihtimaline karşı
vermediler. Ben ise bırak uyuşturucuyu, sigara bile içmeyen birisi olarak bu
şekeri uyuşturucu niyetine kullanacaktım öyle mi? Böyle olmayacağını yönetimden
gardiyanlara kadar herkes biliyordu. Suyu ucu kireçlenmiş iğrenç bir musluktan
içmek zorundaydım. Ancak şeker ve tuzu alamadığım için zaten su içemiyordum.
Bir yudum su bile aşırı sancılara yol açıyordu. Bundan dolayı oluşan miğde
yanması dayanılmazdı oysa ben acıya dayanıklı birisi olduğumu düşünüyorum. Bu
acılar ancak kusunca geçiyordu. Hijyen malzemeleri olmadığı için, ben de hem
denge bozukluğu hem de güçsüzlükten kaynaklı kalkıp tuvalete kadar gidemediğim
için bir süre sonra kusmak için havluları kullanmak zorunda kalmıştım. Ne var
ki; Hücrede bir kusma kabı bile bulunmuyordu. Sağlığımı o kadar düşünen
hapishane yönetimi bana bir kusma kabı bile vermemişti. Bir süre sonra açlık
grevinin belirtilerinden oluşan aşırı saç dökülmeyle birlikte hücrenin zaten
olmayan hijyen koşulları daha da kötüleşmişti. Yerlerde biriken toz ve saçlar,
kusmukla kirlenmiş havlular.
Ben doğu kültürüyle büyümüş bir
kadın olarak belli değerlere sahibim. Orada o hücrede sadece iç çamaşırıyla
duruyordum. Sizce yemekleri kim getiriyordu hücreye? Erkek mahkumlar ve erkek
gardiyanlar getiriyordu. O pis kokan yemekleri burnumun dibine koyup
gidiyorlardı. Ben açlık grevinde olduğumu söylüyordum ancak onlar hapishane
direktifi diyerek yemeği bırakmak zorunda olduklarını söylüyorlardı.
Hücrenin yanlarından ve üstünden
sürekli çığlık ve ağlama sesleri geliyordu. Bu hiç durmuyordu. Sanırım kriz
geçiren bağımlıların çığlıklarıydı bunlar. Benim koşullarımda uyumak zaten
zordu. Düşünün tam uyumayı başardınız ve çığlık sesleri sizi tekrar uyandırıyor.
Bu sürekli böyle devam etti.
Zaman zaman sağlık görevlileri
geliyordu hücreye. Öncelikle onlardan bu insanlık dışı duruma son verilmesini
istedim. Zaten böyle iğrenç bir ortamda benim sağlığımıla nasıl
ilgilenebilirsiniz ki dedim. Görevlilerin cehaleti bir yana zaten davranışları,
cevapları dalga geçer gibiydi. Bağımlı, agresif veya başka özel durumda
olmamama rağmen açlık grevinde, yani en pasif direniş biçiminde olmama rağmen
neden böyle bir hücrede tutulduğumu sordum, bu durumun insanlık onuruna aykırı
olduğunu söyledim. Bunu söylememe rağmen dalga geçer gibi hapishane yönetimi
'sağlığımı' gerekçe gösterdi. Sağlığımı düşünen hapishane yönetimi açlık
grevinde en temel ihtiyaç olan ve Türkiye faşizminde bile açlık grevcilerine
verilen şekeri ve tuzu vermedi. Sağlık koşulların bu kadar iğrenç olduğu bu
hücrede tutmayı makul gördüler.
Direnişimin 42.gününde istemediğim
halde zorla hastaneye götürüldüm. 44.günümde çamaşırlarım bana teslim edildi.
Çamaşırların elime ulaşması tam bir ay sürdü. Kendime özel dikim yaptırsam bile
bu kadar sürmezdi.
Ama baskılar, fiziki ve psikolojik
işkence bununla da bitmedi. Bana gönderilen mektuplara keyfi şekilde el
konuldu. Gerekçe ise bu mektupların mavi ve sarı renginde olmasıydı.
Gardiyanlar bile bu keyfiliğe anlam veremediler. Kitap sorunum bugüne dek hala
çözülmedi. Oysa kitaplarım Thalia gibi resmi şirketler tarafından gönderilmiş
usülüne göre hapishaneye ulaşmış. Hapishane idaresi de bu kitapları mahkeme
heyetinin onayına rağmen geri gönderiyor. Bu sorunun derhal çözülmesini talep
ediyorum.
Benim hapishaneye geldiğim dönemde
İŞİD davasından yargılanan bir alman asıllı kadın getirildi hapishaneye. Ona
yönelik suçlamalar eşiyle birlikte insanlara işkence uygulamak, işkence sonucu
ölüme sebep vermek ve hürriyetinden alıkoymak. Bu tür suçlarla itham edilen bu
kadın hapishanede bütün savunma haklarını kullanabiliyor. Avukatıyla camsız
görüşmeler yapıyor, ayda 4-5 defa telefon görüşmesi yapabiliyor.
Ben ise hala avukatımla cam bölme
ardından görüşmek zorundayım. Telefon hakkım türlü güvenlik gerekçeleriyle
sınırlanıyor, en fazla 1-2 defa telefona çıkabiliyorum.
İŞİD'lilerin ve Nazilerin her
türlü savunma hakkından yararlanabilmesi bir tesadüf değildir. 9 insanın katili
faşist Nazi Beate Zschäpe bütün savunma haklarını kullanmak bir yana, mahkeme
salonuna içkili çikolata bile getirtebiliyordu.
Benim sorunum bu halk
düşmanlarının tüm savunma haklarını kullanabilmeleri değil elbet. Benim
sorunum, tamamıyla demokratik faaliyetlerden dolayı yargılanan bizim gibi
sosyalistlerin savunma haklarının sınırlanması, gasp edilmesidir. Çünkü iddia
makamı İŞİD'lilerde, Nazilerde sorun görmüyor. Ancak bizim ML ve sosyalist
kimliğimizde sorun görüyor. Bu çifte standart iddia makamının kiminle dost,
kiminle düşman olduğunu gösteriyor.
Burada bir parantez açmak isterim.
Bu dava boyunca iddia makamı, savcı Setton savunma avukatlarına, özellikle de
benim avukatlarıma yönelik kişisel saldırılarda bulundu, onları ahlaksızlık
yapmakla suçladı. Biz ise bütün dava boyunca hiç bir zaman savcı Setton'a
kişisel saldırıda bulunmadık. Çünkü biliyoruz ki bu sorun kişisel değil, hukuki
bile değil. Bu sorun politiktir.
Avukatlara ve bize canhıraş
saldıran savcı Setton fark ettim ki savunmalara başladığımız günden beri
mahkeme salonunda bulunmadı. Acaba o da patronu Peter Frank gibi terfii etmek
için Tayyip Erdoğan'la mı buluştu? Belki de günahını alıyorum ve sadece hastadır
kendisi. Ne olursa olsun bu büyük bir saygısızlıktır. Sadece bize yönelik
değil, en başta mahkeme heyetine yönelik bir saygısızlıktır. Hukuka yönelik bir
saygısızlıktır. Bunu belirtmek istedim.'
Özgül Emre tecridi ve içinde
bulunduğu tecrit koşullarını anlattıktan sonra bir ara verildi. Aradan sonra
Özgül Emre savunmasına 'İnsan Nasıl İnsan Oldu' bölümü ile devam etti. İnsanın
gelişimini, hayvandan farklılaşmasını, özel mülkiyetin ortaya çıkışını ve
onunla birlikte çıkan eşitsizliği ve adaletsizliği anlattı.
Savunmanın üçüncü bölümü ise
kapsamlı bir faşizm tespitiydi. Faşizmin kelime anlamı, tarihsel ortaya çıkışı,
İtalya, Almanya, Portekiz örnekleri üzerinden tarihçesi ve farklılıklarına yer
verdi. Klasik faşizm başlığı altında bu örnekleri verdikten sonra faşizmin
ortaya çıkışının SSCB'ye yönelik olduğunu, her daim emperyalizmin denetiminde
olduğunu vurgulayarak faşizmin birer ahlaksız, deli liderler tarafından değil,
burjuvazi ve sermaye tarafından getirildiğini öne çıkardı. Bu vesileyle
faşizmin sınıfsal karakterini de ortaya koydu.
Klasik faşizmden sonra ülkemizde
olan yeni sömürge tipi faşizmi anlatmaya başladı. Yeni sömürge tipi faşizmi
klasik faşizmden ayırt eden özellikleri, yeni sömürge tipi faşizmin kendine
özgü karakterini ve burjuvazinin neden klasik faşizm yerine yeni sömürge tipi
faşizme başvurduğunu anlattı.
Türkiye faşizmini anlatmak için
sadece iki örnek yeterlidir diyen Özgül Emre; Narin Güran katliamını ve
İzmir'de yanarak ölen 5 çocuğu anlattı. Sonra şunları söyledi;
'Narin aile çevresi tarafından
katledildi. Mesele henüz tam aydınlatılmadı. Günlerce aranıp bulunamayan Narin,
bir gizli tanığın ortaya çıkmasıyla hemen bulunuverdi.
Ailenin politik kimliği AKP, MHP
ve Hizbullah'tan oluşuyor. AKP'nin bir milletvekili aile için 'Kadim dostumuz.
Onları iyi tanırız' dedi. Evet; Bu pislik yuvası, bu çocuk katili aile AKP'nin
ve Tayyip Erdoğan'ın kadim dostudur. İddia makamının kadim dostu ise Tayyip
Erdoğan'dır.'
Özgül Emre savunmasının devamında;
Faşizmde en çok kadınların ve çocukların mağdur olduğunu söyledi ve sözlerini
Aziz Nesin tarafından yazılmış ve Grup Yorum tarafından bestelenmiş 'Çocuklara'
türküsüyle bitirmek istediğini söyledi. Özgül Emre, İhsan Cibelik'in eşliğinde
türküyü söyledi ve savunmasının ilk bölümünü bu şekilde sonlandırdı.
20 Kasım tarihli mahkeme yaklaşık
6 buçuk saat sürdü. Mahkemeye 50 kişi katıldı. Bir sonraki duruşma 21 Kasım
tarihinde saat 13:30'da başlayacaktır. Bu duruşmada Özgül Emre savunmasını
tamamlayacaktır. Tüm halkımızı bu duruşmaya katılmaya, Özgül Emre'nin savunması
esnasında onun yanında olmaya çağırıyoruz.
Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur!
Özgül Emre, İhsan Cibelik ve
Serkan Küpeli Serbest Bırakılsın!
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!