21 Kasım tarihinde Özgül Emre, İhsan Cibelik ve Serkan Küpeli’ye karşı Duesseldorf Yüksek Eyalet Mahkemesinde yürütülen dava görüldü.
55. duruşma aynı zamanda karar duruşmasından önceki son
duruşmaydı.
Onun ardından Serkan Küpeli sadece “avukatlarıma
katılıyorum” dedi ve duruşma bitti.
Terör kavramının çok muğlak olduğunu, net bir tanımlaması
olmadığını dile getirdi.
Kavramın köklerini, geçmişte ve bugün nasıl
kullanıldığını izah etti.
Bugün artık emperyalizm ve faşizm terör listeleriyle
kişiler veya özgürlük mücadelesi veren örgütler terörist ilan ediliyorlar.
Emperyalistler ihtiyaçlarına göre, terör listesine alıyor
veya çıkartıyor. Mesela ABD kendi eliyle kurduğu El Kayde’ye ihtiyacı kalmadıktan
sonra terörist ilan etti, dedi.
Terörü bahane ederek, iktidarların değiştirildiğini. Bu
bağlamda uluslararası kabul gören direniş hakkının ret edildiğini belirtti. Özgül
Emre terörizm bölümünü gerçek teröristin çocuk katili Erdoğan olduğunu
söyleyerek bitirdi.
Bölümü bitirdikten sonra, ayrıntılı bir şekilde
gazeteciliğini anlattı.
1999 yılından beri gazetecilik yaptığını ve Türkiye’deki
gazeteciler cemiyetine üye olduğunu, 2018’den beri Alman Gazeteciler Birliğine
üye olduğunu.
Gazeteciliğini hapishanede sürdürdüğünü, 2 yayınlanan
şiir kitabı olduğunu, bir tanesi basıma hazır olduğunu. Hapishanede mütevazı imkânlarıyla
4 sayıda “yasak adalet” isimli dergi çıkardığını;
Gazeteciliğin her aşamasından geçtiğini; karanlık odada
fotoğraf yıkamaktan, matbaa aşamasına kadar. Gazeteciliği bilirim, sadece
kamera taşımadım, çünkü onlar eskiden ağırdı dedi.
Gazetecilik faaliyeti yaparken takip edilmesinin yasadışı
olduğunu. Gazetecilik faaliyeti çerçevesinde hangi yasaları deldiğini, hangi
halk düşmanı yazılar yazdığını sorguladı. Ayrıca siyasi gazeteci olduğunu,
illegal örgütlerin liderleriyle röportaj bile yapabileceğini, bunun onun
mesleki başarısı olacağını belirtti.
Almanya’da doğup büyüdüğünü, ama ailesinin iyi yaşam
koşularına rağmen Türkiye’ye temeli dönmeye karar verdiğini anlattı.
Dersim’e dönemediklerini çünkü devlet dönebilecek bir köy
bırakmadığını belirtti.
Faşist devletin 1938’den köy yakmalarına kadar Dersim’e
yönelik baskılarına ve zulmüne de detaylı girdi. Ananesinin köyünün aslen
Ermeni köyü olduğunu, ama sonra isimi devlet tarafından değiştirildiğini. Çünkü
Türkiye’de Ermeni olmanın en büyük suç ve kelime olarak hareket olduğunu
anlattı.
Bunları okul kitaplarının anlatmadığını. Yoksulluğu ve
baskıyı okul kitaplarından öğrenemediğini belirtti.
Ona ana dili olan zazaca yı öğretmediklerini, ailesi
devlet tarafından sindirildiği için daha çok iyi Türkçe ve İngilizce
bilmelerini yeğlediğini anlattı.
Alevi olmasına rağmen, yetiştiği mahallede İslam’ın
etkisinin büyük olduğunu belirtti.
Alevi kimliklerinden dolayı şiddet ve polis baskısına
maruz kalmışlar ve dini ibadetlerini açıktan uygulayamamışlar. Zaza olan
kendisi her sabah okulda “ Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” ile başladığını, ulusal,
inançsal ve sınıfsal kimliklerimiz yok edildiğini belirtti.
Alevilerin yaşadıkları zulmü Sivas ve Maraş katliamını
uzun uzun anlattı. Sivas katliamını televizyonda izlerken, kendisinde ve
ailesinde yarattığı duygusal tahribatı dile getirdi: “Alevin ateşi televizyon
ekranından bize ulaşıp kalbimizi tutuştururken, bedenlerimiz dona kalmıştı,
bizlerin yaşayıp yaşamadığına cevabı gözlerimiz veriyordu. Dehşete dalmış
gözlerimiz, yanan kalplerimizden sızan gözyaşlarımız.
Yüzyıllar geçmiş, iktidarlar değişmişti ama zülüm el değiştirse bile şekil
değiştirmemişti.”
Sonrasında kendisinin ve ailesinin yaşadığı derin duygusal yaraları dayısının devlet tarafından katledilmesini anlattı.
Dayısının yaşadığı ağır işkencelerden geçmiş. Ve
sonrasında infaz edilmiş:
“İki yıl sonrasında yargısız infazda dayım
katledildiğinde ise daha 14 yaşında bir çocuktum. Morga girenler arasına
karışmıştım. 14 yaşındaki bir kız çocuğu morga girer mi diye sormayın, çünkü
biz zaten o yaşta ölümle yaşıyorduk, dolayısıyla ölülerin o halini görmek
olağanüstü bir şey değildi. Soğuk, sayısını hatırlayamadığım cesetlerle dolu
bir morg. Dayımın delik deşik edilmiş bedeninden kan çekilmiş, donmuş buz gibi
bedenine sarıldığımda.”
Özgül Emre detaylı Türkiye’deki işkenceleri ve baskıları,
duygusal bir şekilde anlatmayı sürdürdü. Kısa bir aktarım yaparak diğer bölüme
geçiyoruz:
“Faşizm çocuk, kadın umursamıyordu, faşizmin dini-imanı
da yoktu. Gücünü çocuk bedenlerinde kanıtlıyordu.
Hiç işkence gördünüz mü?
Veya sizin çocuklarınızın başına hiç bunlar geldi mi? Devletin, emniyet
müdürlüğünden, devletin polisinin gözlerimizi bağlayıp yaptıkları işkenceyi
değil yaşamak, seyretmeye aklınız kalbiniz dayanır mı?
Belki de kanal değiştirir, gözlerinizi kapatırken bu anları görmemek için,
benim gibi çocuklar bunu yaşadı ve daha da önemlisi, Türkiye’de bunlar
yaşanmaya devam ediyor.
İşkencenin, tacizin bir çocuk bedeninde yarattığı izler sadece fiziki değil,
asıl olarak daha da ötesine işler.”
Baskılar ile direnişin iç içe olduğunu anlattı. Burada da
Alevi kimliğine atıfta bulunarak örneklerdi:
bir tarafı buysa, diğer tarafı da bu sömürü ve zulme
karşı halklarımızın direnişiydi...
“Ben burada direnmezsem, yarın kimse direnmez” diyerek çocukları, eşi ailesiyle
birlikte Susuzluk ve kılıç darbesi ile katledilirken bile onurunu koruyan imam
Hüseyinlerle büyüdüm. Baba İshak’ların “ toprakta tohum da hakça” diyerek
eşitlik için değişik din ve dilden halklara ortak direnişi sonrasında kale
burçlarına nasıl asıldığı vardı bizim hikâyelerimizde.
Dönemin sayılı âlimlerinden olan, dönemin padişahına danışmanlık da yapan Şeyh
Bedrettin’in halkına yüzünü dönüp bilgilerini “ yarın yanağından gayrı, her
şeyde hep beraber” diyerek komün-ortaklar düzenini kurmuştu. Osmanlı’nın zulmü
ile düzen bozulsa, katledilseler de şiarları bugüne taşınmıştır.
Ben kimim bölümünü kim olduğunu, dini, mezhepsel ve milliyeti üzerinde anlattıktan sonra, kim olmadığını da belirtti:
Kızılderilileri o katletmemişti, Vietnam’da Napalm
bombasını o atmamıştı, Arjantin’de 10 binleri katletmemişti, Şili’de stadyumda
işkence yapmamıştı, İrak’ı kan gölüne çevirmemişti, El Kayda, IŞID’ı o
yaratmamıştı, Gestapo, SS değildi, Maraş’daki katliamı o yapmamıştı, 12 Eylül
darbesini yapmamıştı, Ankara’daki kanlı Pazarı o yapmamıştı, Soma’daki 300
işçiyi o katletmemişti.
Katliamları, işkenceleri, hırsızlığı, tecavüz, sömürü,
işgali o yapmadı.
Terörist değildi.
Anadolu’nun Amazon kadınlarından, hakikat bacıları, Rosa
Luxemburg, bugün Gazze’li çocuk, dün gaz odasında katledilen Anne Frank. Gerçek
adı Zoya olan Partizan Tanya, Dersim’de katledilen Zarife, Sofie Scholl.
Ezen ve ezilenin olduğu yerde, onun yeri belliydi.
Kürt, Alevi ve sosyalist gazeteci.
Şöyle sürdü:
“Büyük suç işlemiştim halkların kardeşliğini isteyerek,
Büyük suç işlemiştim hırsızlığa, yağmaya, talana karşı çıkarak,
Büyük suç işlemiştim halklara adalet ve ekmek isteyerek.
Daha da büyük suç, yalanlara karşı gerçekleri haykırmış, bu da yetmemiş, bu
gerçekleri geniş kitlelere taşımak için saflarda yerimi almıştım.”
Bir diğer suçu da “kadın” olmak:
“Kadın ölümlerinin her gün gazetelerin üçüncü sayfalarını
doldurduğu ülkede kadının yeri yoktu. “elinin kiriydik”, “eksik etek”, “saçı
uzun ama aklı kısaydık”. Kadın ve Çocuk ölümlerinin devlet denetiminde
gerçekleştiği, sonrasında da hukukla aklandığı ülkenin insanlarıydık bizler”
1-Dava düşürülsün
2- Kendisi ve dava arkadaşları serbest bırakılsın
3-2,5 yıllık tutsaklığı için maddi ve manevi tazminat
4-1938 yılındaki Dersim katliamı Alman gazıyla yapıldığı
için, Almanya’dan bunun için tazminat
5- Tayyip Erdoğan’ı Kürtler ve Alevilere yaptığı
katliamdan dolayı uluslararası ceza mahkemesinde yargılanmasını
6-Tayyip Erdoğan’ın Sivas katliamı sanıkları arasında
bulunmasını
7-Almanya’da yaşayan Sivas katliamı sanıklarından Murat
Sungur’un yargılanmasını.